Genel, Terapistler İçin

Arzulanmayan Özne ve Ölüm Dürtüsünün Gelişimi

arzulanmak obsesyon

 

Dünyaya bir canlı olarak geliriz. Ama canlı olmanın ilk hali sadece gözleri açmak ve nefes almak değildir. Asıl canlılık, seni kollarına alan birinin seni dünyaya getirmesindeki canlılığın, bebeğin bedenine ve ruhuna sirayet etmesidir.
Aslında canlı olan şey, bir arzuyla getirilmiş olmaktır. Arzunun ve  arzulanmanın kendisi canlılıktır.

Bu arzulanma hali, bir anlamda yaşam içgüdülerimizi oluşturur. Bir ötekinin arzusunu taşırız ve arzulanma haliyle, sevilme ve değerli olma hissiyle kalırız.
Peki ya istenmediysek? Arzulanmadıysak ne olur?

İki kişilik bir alanda yaşaması gereken bir varlığın ikinci kişisi onu oyuna alamıyorsa, arzulayamıyorsa, yani istemiyorsa…
Bebeğin istenci ne kadar gelişebilir?

Bebeğin ağlaması, acıkması, doyurulmayı talep etmesi sadece ses çıkarmak değildir. Bu, “Beni isteyen birilerinden ben de bir şey isteyebilirim” demektir.
İnsan, istediği kadar vardır. Çünkü bir şey isteyebiliyorsa, istendiğini hissediyordur.
Bu yoksa, geriye isteksiz, arzusuz bir yaşam kalır. Kurumaya yüz tutmuş bir çiçek gibi.

Her şeyin başı bir ilişkidir; devamı da ilişki.
Bir nesneyle ilişki kurulur ama buna ilişki denebilmesi için karşılıklı, birbirini isteyen iki varlığın bulunması gerekir.
Ferenczi, cinsel soğukluğu ve ilişkiden kaçınmayı, bu iki kişilik alanın kurulamamış olmasına bağlar.

Bu durumda, kişide yaşam içgüdüsü yerine ölüm içgüdüsü daha baskın hale gelir.
Artık hayata karşı atılan adımlar, yapılanlar, bir şeyi canlandırmak yerine yok etmeye yöneliktir. Çünkü arzulanmamış biri, istekleri yerine getirilmemiş, ertelenmiş ya da ebeveynin sadece kendi istediği zaman karşılanmış biridir.
Bu kişi, yok olma deneyimi yaşamıştır.

Ve artık onun için yok olmak değil, canlı olmak tehlikeli hale gelir.
Bir şey istemek, istediğine yaklaşmak, sahip çıkmak, elde etmek… bunlar canlılığın göstergesidir.

Oysa bu kişinin yaşam belirtileri; biten ilişkiler, ertelenen işler, yarım kalan kitaplar, sürmeyen projeler, yakınlık ve yerleşmeye karşı mesafe alma gibi bir gerçekliktir.
Yakınlaşmamak, hayatta kalmanın bir biçimi haline gelir.

Bu yazı, Ferenczi’nin “istenmeyen çocuk” ve “travmanın aktarımı” üzerine düşüncelerinden ilhamla kaleme alınmıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir